İnsanokur Yazıları (Süreğen Yol Öyküleri)

 

Kendine bir sürgün adresi arayan sen, uzak kentler yerine yaşadığın şehrin uzak sokaklarını ve aynı kentin içinde fasit daire gibi dönenip duran caddelerini uğrak yeri seçiyorsun. Aynı kent içinde üçüncü taşınman. Her taşınma yeni bir öyküye ve yeni bir savruluşa gebe. Her savruluş yeni bir doğum. Uzaklaşamayan beden kentin içinde kendince uzak rotaları belirlemeye çalışıyor zihin haritasında.

Yeni odasına aldığı kitaplıkta özenle yerleştirdiği gezi kitaplarına göz gezdiriyor o an. Hani gidemediği ülkeler, şehirler ve rotalar üzerine düş ülkesinde samimi görüntüler oluşturabilir bu sayede. Kitapta Beyrut’a, Halep’e, Kasablanka’ya ulaşan gezgin yazarın gezi önerilerini okuyor evinin ve semtinin sonbaharında. ?Artık kombiyi yakma zamanı geldi.? diyor içinde. İstanbul’un yağmurlu zamanları pencereden öteye  çıkamayan bedeninde görsel bir hazdan ötesini yaratmazken, yavaş yavaş içindeki esintiyi, soğuğun teninde yarattığı ürpertiyi duyumsuyor. Yeni rota seçmeli. Yeni gezi kitapları alırsa, düş ülkesinde yeni yolculuklar başlayabilir. Her sabah vapurla gittiği ev ve iş arası kısa ve somut yol öykülerinin bıktırılıcığında yeniden düşlere yatmalı, hatta uyanıkken düş görebilmeli. Yaşam daha katlanılır oluyor bu durumda belki de.

Bir zamanlar Kabil’e dair düş görmüştü bu yolculuklardan birinde. Tuhaf olan Sirkeci’den Kadıköy’e gidişinde 20 dakikalık yolun içine Kabil savaşların coğrafyası olarak değil, Kaf Dağı ve Simurg söylenceleriyle girivermişti. Hatta Babil Asma Bahçeleri’ni dolaşıyordu düşsel arkadaşıyla bu Kabil yolculuğunda. Diğer gün ise yolu İsfahan’ın asma bahçelerine uzanmıştı. Şeriatın belirlediği sınırları aşmıştı şehir. Gülümseyen insanların şehriydi. Bedenin ve tenin özgür olduğu şehir. Vapurdaki LCD ekran televizyondan yansıyan haberlerde İran’dan idam edilmesi düşünülen kadının öyküsü anlatılıyordu o sırada. Başı yasalarca kapatılmış kadın recm ve idam cezası arasında seçim yapmak zorundaydı; vapurdaki türbanlı genç kız dikkatle izledi haberi. Zihninde kendi dünyasında kurduğu cezaevini düşündü belki de. Kıyafetlere, saça, bedene indirgenen güzeli, çirkini ve vapur, şehir, sokak ve hayatın çizdiği doğruları düşündü kimbilir. Ya da düşünmedi, sadece yaşanması gerekeni, töresel olanı yaşıyordu. Yüzyıllardır kadın olmanın yükünü ödevler ve görevlerle yüklenen yaşlı bir bilge gibi tevekkülle izliyordu ekrandaki trajediyi. Zihninde yarattığı düşsel yolculukta kaybolmuştu belki de. Bir Simurg söylencesi eşliğinde içinde yitirdiği Zümrüt-Anka’yı arıyordu Kaf ülkesinde. Uzun, yorucu bir yolculuktan sonra öğrenmişti o da tevekkülü kuşkusuz. Varmak, duymak, onaylamak. Kuşku olmadan onaylamak; içindeki tevekkül duygusu çoktan yitirdiği Simurg’u düş ülkelerinde bulmasını sağlıyordu. Kadın olmanın, erkekler dünyasında dinsel buyruklarla başlayan örtünme gereksiniminin, tevekkülün ardından o da kendi düş yolculuklarında zaman zaman başkalaşıyordu bu öykülerde. Aşk Denizi, Ayrılık Vadisi, Hırs Ovasını ardı sıra bırakan o görkemli masalsı kuşlardan biri oluvermişti o an. O otuz kuştan biri olma halinde vapuru dolduran kalabalığın dingin bekleyişinde o da sıradanlığı duyumsadı. Peşin yargılarla çizilmiş mütedeyyin görünüşüne sığınmalıydı yeniden. Karşısında oturan kirli sakallı üniversiteli gençle göz göze gelmişti o an. Gözleriyle gülümsemişti ona. Oğlanın onu beğenen bakışları, utangaç gülümsemesi kendi dünyasında da karşılığını almıştı.

Sabahın ilk saatlerinde, günün ilk vapur seferinde tek tük yolculardan oluşan Beşiktaş vapuru düş yolculuğunda rotasını yolcuların zihninde çoktan başka denizlerle değiştirmişti, her yolcunun yeni bir düş ülkesi vardı zihninde. Gri kasketli altmış yaşlarındaki kumral yaşlı adam çoktan pencere kenarında kaloriferin peteklerine elleriyle sığınmış sıcak bir ülkeye yolculuk yapıyordu. Çökmüş yüzü, yıpranmış elleri ve yaşlı gözleriyle izlediği İstanbul’un çetin kışı başlamak üzereydi ve o yoksul iki odalı evinde sobada yakacağı kömürü, her ay ayın sonunu getiremediği gerçeğini düşünmek yerine adını bilmediği bir masal ülkesini düşlüyordu. Yirmi dakikalık bir düş yolculuğu ; ne gerçeğin gri renginden tamamen kopuyordu, ne de intihara eğilimli bir ruh haline sığınıyordu katı gerçeklerle donanmış kentin gri bulutlarla kaplı görünümünde. Düş güzeldi, her biri düşlerle yetinmeyi öğrenmişti yıllardır. Gerçeklerin katı somutluğunda açılmaması gereken bir pandora kutusu gibiydi her yolcu için hayat.

Televizyondaki habercinin döviz hareketliliği üzerine sözleri vapurda duyulurken herkes düş ülkesinde kendi tanrısal kahramanlarıyla özdeşleşiyorlardı.

Yeni gezi kitaplarına bakmalı dedi, kendi kendine. Bu sefer İnkaları, Peru’yu bir seyyahın gözüyle okursa düşlerindeki Peru’yu yaratabilirdi. Somut bir yol öyküsünün yaratacağı düş kırıklıklarının yerine düşlerde çıkılan yollar daha kendisine aittti, her yolculukta kendince renkler ortaya çıkabiliyordu. Kentler değişiyor, insanlar adeta masalsı bir görünüme giriyordu.  Kayıp İnka Şehri Machu Picchu harabelerinde kayboluyor, bulutlar arasındaki And Dağları’nda kendi düş gezgininin kılavuzluğuyla yol alıyordu. Her yüz vapur yolculuğundaki ruhsuzlukla izliyordu onu yol boyunca ulaştığı dağ köylerinde, hepsi adeta Beşiktaş İskelesi’ne varınca bitecek düş yolculuğundan çıkmamak adına çevrelerindeki diğer yol öykülerine bulaşmamaya çalışıyordu. Kız Kulesi’ni yeşil gözleriyle izleyişinde Leandra’nın her gece sevgilisiyle buluştuğu geceleri düşleyen mini etekli esmer üniversiteli kız, üniversiteli sevgilisinin elini tutmuş düşle gerçek arasındaki çizgiyle Leandra’nın Kule’nin yanıbaşında yaktığı ateşi hayal ediyordu. Şehir yine sislere bürünecekti. Sislere gömülecek olan Kız Kulesi’ydi aynı zamanda, Leandra’yla sevgilisi sislerde kaybettikleri kayalıkları arayacaklardı kendi düş yolculuklarında. Genç kız bu sefer kayalıklardaki yakılan ateşin yanında çökmüş Leandra’yı kendisini beklerken gördü. Başka bir erkeğin onu beklediğini düşünmek elini tuttuğu sevgilisine düşünde ihanet etmek olarak görünmedi o an. Hatta haz aldı bir başka erkeğin düşsel bekleyişini düşünmekten. Sürgün şehirlerden kaçak düşlerle kaçan vapur yolcuları, utanmayı düşlerde yeşertmek istemiyorlardı. Vapurdaki genç kız oyunbaz düşlerde yeni bir yol öyküsünün peşinde gidiyordu ve utanmanın bilinçaltı oyunlarında yeri olamazdı.

Vapurdaki sessizlik gürültülü bir iki konuşmanın geldiği iki orta yaşlı adamla bozulmuştu. Diğer yolcuların öfkeli bakışlarıyla bu gürültücü sesler yerini yine vapurda içilen çayın sessizce yudumlanışına, adeta fısıltılı konuşan liselilerin düşlere yatmaktan korkarak okullarındaki günlük ilişki değerlendirmelerine bırakmıştı. Ürkekçe bakışlarını çevresinden esirgeyen birkaç Arap turistle göz göze geldiler isteksizce. Belki biraz merak duygusu, ötekini anlama isteğiydi bu kaçak bakışı yaratan. Bilmediği dilleri konuşan insanlarla aynı mekanları paylaşma zorunluluğu insana yeni bir rota çizebilir belki de. Belki Kazablanca’ya, Fas’ın Akdeniz kokan şehirlerine götürmez daralan düş dünyası onları; belki yalnızca okul binasının dışındaki bir kafeye uzanır düş ülkesinde zihin ya da ders sırasıda Taksim’deki bir kafede oturur düş ülkesindeki ben’i.

Uyandığında düşlerde yeni ülkeler arayan vapur yolcuları çoktan gitmişti. Odada denize ait koku, renk ve hiçbir çağrışım yoktu. Yalnızca soğuk odasının tekil yalnızlığı ve pencereden sızan gün ışığına istemsizce yaklaşan bedeninin şehrin temposunu duyarak, işiterek anlama isteği, pencereden dışındaki, sokağın sesini duyma isteği vardı. Vapurdaki liseliler, türbanlı genç kız, Arap turistler sabahın katı gerçeğinde yok olup gitmişti. Sabahlar o Kadıköy-Beşiktaş arasında yaptığı kısa yolculuğu düşündü. Bir bardak sıcak çay, martılar, Boğaz’ın kesif maviyle kızıl arasında değişen renkleri ve iş hayatının monotonluğunda bir gezgin yabancılığıyla izlemeyi yeğlediği Kız Kulesi’nin Üsküdar’ın ışıltılı renkliliği önünde tekilliğine duyduğu hayranlığı anlamaya çalıştı. Her yol öyküsü biraz düşe yatmaktı onun için. Gezgin ruhu yeterince yoksul ve yoksun görünen odasından ötelere taşımalıydı onu. Odasındaki basit bir iki eşyanın samimiyetine inanıp düşten uyandığını anladığında yüzünü yıkayıp, bir çay içmek için su kaynatmaya yöneldi.

Erinç Büyükaşık

sozunbuyusu tarafından yayımlandı

Yasam tanıklıklar ve deneyimlenen süreçler birikimi. Kendimiz ve diğerleriyle kurulan yaşamın toplamı sözle sınanıyor ve yazıyla sürekli bir öyküye dönüşüyor. Anlattıklarımız arkamız, önümüz ve sobelediklerimiz çoğu kez. Çocukluğa yazılmış uzun bir ağıt belki de.

Yorum bırakın